Bir Gök Cismi Çarparsa Ne Olur?

Ethem Derman hocamın son yazısı güncel bir konu üzerine:
4.5 milyar yıl önce güneş sistemi oluşurken ekvator yöresindeki diskde yoğunlaşma başlamış ve bunlar önce küçük kayalar halinde toplanmış daha sonra da birleşerek gezegenleri oluşturmuşlardır. Gezegenler oluşurken yaklaşık 3.9 milyar yıl önce bu kayaların gezegenlere çarparak buluşmaları sürecine bombardıman süreci denir. O zamanlar tüm gezegenlerin yüzeyleri Ay yüzeyi gibi delik deşikdi. Ama bugün dünyamıza bakıyoruz Ay yüzeyi gibi değil. Nedeni de bombardıman sürecinden kalan kraterler şu anda dahi Ay yüzeyinde var iken yeryüzündeki atmosferik olaylar, rüzgar, yağmur, tektonik olaylar var olan tüm kraterleri örtmüştür. Ay'da atmosfer olmadığı için yüzey yapısı hemen hemen aynı kalmıştır. Bazı bölgelerinde kraterler ise zamanında etkin olan yanardağlardan çıkan lavlar tarafından kapanmıştır, bu yeni yüzeylere genç yüzey yapısı denir.




Ay yüzeyinden belirli bir bölgeyi görüyorsunuz. Özellikle fotoğrafın sol tarafındaki krater yoğunluğuna dikkat ediniz. Sağ tarafta ise daha genç bir yüzey kendisini göstermekte.

Bugün yaşayan ve farklı dinlere inanan bir çok insan nedense kıyameti bekliyor. Bunlara maalesef çanak tutan, bilimden hiç anlamayan, çoğu zaman bilimi dışlayan insanlar da var. Kıyamet nereden beklenir, tabii yine gökyüzünden. Marduk gibi büyük bir gezegen veya büyük bir asteroid yere çarparsa tüm insanlar yeryüzünden silinir, yani kıyamet kopmuş olur. Bir gök cisminin yere çarptığında ne kadar zarar vereceğini hesaplayan bilim insanları da var. Aşağıdaki çizelgede hangi büyüklükteki asteroid ne kadar zarar verir, yerde ne büyüklükte bir krater açar, çarptığında ne kadar enerji açığa çıkar bunları görüyorsunuz. Bu çizelgede en önemli veri de hangi büyüklükteki gökcismi yere hangi aralıklarla çarpacağını gösterir sütun.



Bilimsel bulgulara dayanarak hangi büyüklüteki bir gökcismi ne kadar zarar verebilir, ne büyüklükte bir krater açabilir ve bu tür bir çarpışma kaç yılda bir meyadana gelebilir. 400 m çapında yere yakın geçen 2005YU55 asteroidinin eğer çarparsa verebileceği zararı buradan kestirebilirsiniz. Peki bilim insanları bu sonuçlara sadece tahmin ederek mi ulaşıyorlar. Tabii ki hayır. Şu anda yeryüzündeki tüm çarpma kraterlerini inceliyorlar, çarpmanın yaşını buluyorlar, kraterlerin çaplarını ölçüyorlar ve sonra bu çizelgeyi ortaya çıkarıyorlar. Bulunan 178 kraterlerin veri tabanına şu adresden ulaşabilirsiniz;


Yeryüzünde bulunan 178 çarpışma kraterinin yerlerini bir dünya haritası üzerinde görüyorsunuz. Türkiye'de hiç krater bulunamamış !!!

Yukarıdaki haritaya baktığınızda ilginç bir gözlemle karşılaşıyorsunuz. Ülkemizde hiç krater varlığı yok. Bu iki nedenden olabilir. Birincisi bu konuda çalışan gökbilimcimiz yok. İkinci neden jeolojik olabilir. Ülkemizde tarih içinde yüzey hızla yenilenmekte, dolayısıyla var olan kraterler yok olmuş olabilir. Geçen yıl Libya'da bir amatör astronom Google haritalarını dikkatli inceleyerek güzel bir krater bulmuştu. Biz de öğrencilerimize nasıl bulunacağını öğretsek sanırım belki bulabilirler. Yabancı iki bilim insanı Ağrı dağına çıktıklarında 2100 m yükseklikte bir krater görmüşler ve bunu bir makale olarak yayınlamışlardır. Çapı 60-70 m, derinliği 15 m olan bu krateri tam değil hiç incelenmediği için veri tabanına girememiş.

Ağrı dağında 2500 m yükseklikte bulunan bir çarpışma krateri. Bulan kişiler bunun volkanik kökenli olabileceğini de belirtiyorlar. Kapsamlı bir araştırma yapıldığında ancak anlaşılabilir.


Tüm insanoğlunu yok edecek bir çarpma 100 milyonda bir meydana geliyor. Bu rakamın doğal olarak artı-eksi bir hatası var. Son büyük çarpma 65 milyon yıl önce dinazorları yok etmişti, o zaman yenisinin olması için önümüzde 35 milyon yıl var. Ama insanoğlu yerinde durmuyor sürekli teknolojisini geliştiriyor. ABD'de bu konuda çalışan bir grup bilim insanı, yörüngesi yer ile çakışacak bir asteroid olduğunda onu yörüngesinden nasıl çıkarabileceklerini uzun uzun tartıştılar ve en azında 5-6 yöntem buldular. Bir dahaki yazımda da bu yöntemlerden söz etmeye çalışacağım. Sonuç olarak kıyamet gökyüzünden gelmeyecek ne yaparsa yine insanoğlu yapar bunu hiç unutmayalım.
Kaali krateri. Estonya'nın Saarema adasında bir grup kraterin adıdır. 4000 yıl önce 20-80 ton ağırlığında bir meteor 10-20 km/s hızla düşerken 5-10 km yükseklikte parçalanıyor ve bu parçaların her biri yerde bir krater açıyor. En büyük parçanın açtığı kraterin çapı 110 m ve derinliği 22 m. Bu kraterin tabanında bugün Kaali gölü bulunmakta. Bu bombardıman sırasında meydana gelen çapları 12-40 m olan sekiz krater, büyük olan ile beraber bir kilometre kare içinde yer alıyor.

Prof. Dr. Ethem DERMAN (Ankara Üniversitesi-Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölüm Başkanı)

Devamı...>>

Antik Fısıltı Bulutsu NGC188














Açık Yıldız Bulutsular genellikle oldukça gençtir ve toz ,gaz içinde olan galaksi kollarına yakındırlar ve burası doğdukları yerdir.


Tuhaf olan yalnız yaşayan NGC 188 açık bulutsu ise iç galakside uzayda yama gibi görüntü veriyor. İşte izlemeniz için yıldız bulutsudan bir antik fısıltı. .


Öncelikle birazcık oryantasyon zamanı .Eğer yıldız bulutsudan bahsediyorsak en eskisi kaç yaşında ?

(Persues)Kahraman Takımyıldızındaki Çift Bulutsu 3-5 milyon yaşındadır tıpkı aynı yaştaki (Canis MajorNGC 2362 ) Büyük Köpek takımyıldızı gibi.

Bu astronomide genç olduklarını belirtir. (Pleiades ) Ülker Takımyıldızı ise yaşlıdır yaklaşık 100 milyon yaşındadır.
(The Hyades )Boğa Takım Yıldızı ise 700 milyon yaşındadır bu bir açık yıldız bulutsunun orta yaşının sonlarıdır. Fakat NGC 188 neden böyle? 5 milyar yaşındadır , ne mavi ne de beyaz yıldızı var , günümüz gözlemi ile sarı ve turuncu devlere sahiptir.

Devamı...>>

Güneş Etkinliğine Ne Oldu?

Sırada Güneş çevrimi konusu var. Elbette Ethem hocamın diliyle...

Geçtiğimiz hafta medyamızda da yanlış bir başlık (Güneşte Beklenmedik Soğuma) ile yer alan haber çok dikkat çekti. ABD'de bulunan New Mexico Üniversitesinin “Güneş Fiziği Bölümünde” her yıl yapılan bir toplantıda sunulan üç çalışma Güneş etkinliğinde bir anlamda çok beklenmeyen bir düşüş yaşandığını ortaya kondu. Birbirinden bağımsız olan bu araştırmalar güneşin yüzeyi, taç katmanı ve içyapısına ait gözlemlere dayanıyordu. İçyapıda her zaman gözlenen plasma akımlarının yok olması, kutup bölgesindeki etkinliğin yavaşlaması ve yüzeydeki manyetik alanın zayıflaması gözlemlerden çıkarılan sonuçtu. Her üç çalışmanın da ortak yanı güneş etkinliğinde bir yavaşlamanın olduğu, hatta bundan sonraki çevrimde etkinliğin ya çok az ya da hiç meydana gelmeyeceği ileri sürülüyordu. Güneş artık kış uykusuna yatmak için mi hazırlanıyordu. Bu notumuzda konuyu inceleyeceğiz.

Güneş etkinliğinin minimum ve maksimum olduğu yıllarda güneş fotosferindeki lekelerin sayısı.




1609 yılında Galileo teleskobu bulduğundan bu yana güneş yüzeyi incelenmektedir. Önce doğal olarak lekeler görülmüştür ama günümüzde sadece lekeler değil, patlamalar, radyo ışınımı, X-ışınımı, leke alanları ve sayıları, yüzeyindeki manyetik alan şiddeti gibi bir çok fiziksel gözlemin sonucunda bu güneş etkinliğinin yaklaşık olarak her 11 yılda bir maksimuma eriştiğini görüyoruz. Bazı yıllarda 9, bazen de 13 yıl olduğu için bu değişime dönem değil çevrim veya döngü diyoruz. Güneşin manyetik kutupları ise her 22 yılda bir yer değiştirir. Güneş ile ilgili çalışmalar yapan gökbilimciler belirli bir yıldan başlayarak numara vermişlerdir. Aşağıdaki şekilde de görüleceği üzere 23. çevrim 2008-09 yıllarında bitmiş ve şu anda 24. çevrimin çıkış kolundayız.

1870 yılından bu yana yapılan kelebek diyagramı. Dikkat edilirse 24. çevrime ait ilk lekeler kutup bölgelerinde çıkması gerekirken daha aşağı enlemlerde oluşmuştur. Hemen altındaki şekilde ise leke alanlarının ortaya çıkardığı çevrimleri ve onların kaçıncı çevrim olduğunu görmektesiniz. Çevrimlerin çıkış kolları çok dik, iniş kolları ise daha yayvandır. En kuvvetli güneş etkinliği 1960'larda görülen 19. çevrimdir.




Güneş lekeleri şiddetli manyetik akı tüplerinin içyapıdan yüzeye çıkarak hareketli gazı hapsetmesi sonucu ortaya çıkar. Normal bir güneş lekesinde manyetik alan şiddeti 2500-3500 gaus arasında değişir. Dünyamızın manyetik alan şiddetinin yüzeyde 1 gaus olduğunu unutmayalım. Güneş yüzeyinde bir lekenin meydana gelmesi için manyetik alan şiddetinin en az 1500 gaus olması gerekir. Son 13 yılda lekelerin tam karanlık bölgelerinde ölçülen ortalama manyetik alan şiddetinin 23. ve 24. çevrimde gittikçe düştüğü saptanmıştır. Bu düşüş ortalama her yıl 50 gaus'dur. Eğer lekelerin manyetik alanında bu azalma devam ederse tahmini olarak 2020 yıllarında yani 25. çevrimin başlangıcında 1500 gaus'un altına düşecek ve güneş yüzeyinde leke oluşamayacak.

Güneş lekelerinde ölçülen manyetik alan şiddeti son zamanlarda gittikçe azalmakta. Manyetik alan, tayf çizgilerinin bileşenlere ayrılmasına neden olur. Bu bileşenlerin arasındaki uzaklık arttıkça alan şiddeti de artar. Bu nedenle büyük duyarlılakla ölçülür.




Güneşte yeni bir çevrim başladığında ilk lekeler kutuplara yakın bölgelerde çıkarlar ve çevrim ilerledikçe güneş ekvatoruna doğru yol alırlar. Lekelerin zamanla bu enlem değiştirmesi grafiğine kelebek diyagramı denir. 23. çevrim bittiğinde bir türlü 24. çevrim başlamadı, minimumdaki zaman beklenmedik şekilde uzun oldu. 24. çevrimin ilk lekeleri de o nedenle daha düşük enlemlerde meydana geldi. Güneşin taç katmanı yaklaşık 2 milyon derece sıcaklığındadır ve yüzeyden yükselen manyetik alanı takip edebilmek için gökbilimciler bu sıcaklıkta elektronlarının yarısını kaybetmiş (Fe XIV) demir iyonunun şiddetini kullanırlar. Bu gözlemler güneşin içindeki meydana gelen manyetik alanın taç katmanındaki görünüşüdür. Bir önceki çevrim minumumda iken ekvator bölgesindeki artık manyetik alanlar hızla kutuplara taşınır ve taç katmanının kutuplar yöresinde şiddetli demir iyonu gösteren bölgeler oluşur. 2008-09 yıllarında minimum olmasına karşın son üç yıldır kutup yöresinde parlak demir iyonu bölgeleri henüz görülmedi. Bu durumu aşağıdaki şekilde ayrıntılı olarak görebilirsiniz.

Taç katmanındaki parlaklığın enleme göre grafiği güneşin kutup bölgelerindeki yüzey altı oluşumu aynen gösterir. Bu grafikten de gördüğümüz gibi manyetik alanın kutuplara taşınımı gecikmiş veya çok zayıftır. Bu ise güneşin fotosferi altındaki akımların olmadığının kanıtıdır. Grafik kelebek diyagramının bir başka görüntüsü olduğuna dikkat edelim.




Güneş yüzeyindeki parlaklık değişimindeki salınımları inceleyerek güneşin iç yapısı hakkında bilgi almak olasıdır. Güneş fiziği çalışan gökbilimciler son zamanlarda uzaya yerleştirilen SDO ve SOHO güneş gözlemevleri ile güneşin sismolojisini incelemektedirler. Bu yöntemle güneş yüzeyinin hemen altında doğu-batı yönünde plasma akıntısını bulmuşlardı. Bu plasma akıntısı bir sonraki çevrim için güneş lekelerinin başlangıcını işaret eder. Fakat bu akıntı son zamanlarda zayıfladı, dolayısyla bir sonraki çevrim olan 25. çevrimin hiç meydana gelmeyeceği gibi bir durum ortaya çıktı.

Güneş yüzeyinin hemen altındaki plasma akıntılarının çevrim boyunca (yani yaklaşık 11 yıl boyunca) zamana karşılık enlem değişimi güneş çevrim mekanizmasını kapattığını göstermektedir. Yeni akıntılar 1999 yılında olduğu gibi 50 derece enlemlerinde oluşmalı ve bir sonraki çevrimin göstergesi olarak ortaya çıkması gerekiyor ama henüz bir iz yok. Bu ise bir sonraki 25. çevrimin ya çok geç olacağını veya hiç olmayacağını göstermektedir.
























Üç çalışmanın da ayrıntıları yukarıda anlatıldı. Peki bu sonuç bize ne gösteriyor? 1645-1715 yılları arasında da güneşte hiç leke gözlenmemişti. Bu aralığa Maunder minimumu adı veriliyor. Sözkonusu yıllarda kutup bölgesindeki buzların Paris'e kadar indiği ve “Küçük Buzul Çağı” denilen çok soğuk yılların yaşandığı biliniyor. Bu ise bize yer iklimi ile güneş etkinliği arasında bir ilişkinin olduğunun göstergesidir. Bu ilişki bugüne kadar tam olarak açıklanamamıştır. Eğer 25. çevrim ve ondan sonraki çevrimlerde leke görülmez ise dünyamızı soğuk bir gelecek beklemektedir. Maunder minimumu sırasında dünyanın ortalama sıcaklığı 0.3 derece azalmıştı. Bu değer çok önemli bu kadar küçük bir artım dahi çok uzun soğuk günlerin habercisi.

Güneşteki hareketli plasma akıntıları çevrim boyunca kutuplarda ekvatora doğru göç eder. Sola tarafta güneş etkinliği minimum iken kırmızı renkle gösterilen plasma akıntıları kutuplara yakın, sağ taraftaki şekilde ise güneş etkinliği maksimum iken ekvatora yakın görülüyor. Bu plasma akıntıları çevrim boyunca güneş lekelerinin çıktığı bölgelerdir ve güneşteki manyetik alanın oluşmasında önemli rol oynarlar.




Küresel soğuma kavramına karşı çıkan iklim bilimciler ise insanlar tarafından üretilen sera gazları sonucu meydana gelen küresel ısınmayı hiç bir şeyin durduramayacağını ileri sürmektedirler. Onların beklentilerine göre bu yüzyılın sonunda küresel ısınma dünyamızın sıcaklığını 3.7-4.5 derece santigrad artıracaktır. Eğer önümüzdeki 20-30 yılda bu büyük minimum küresel ısınmayı durdursa dahi daha sonra hızla artacağını ileri sürmekteler. Bu iki grup arasındaki tartışmayı kimin kazanacağını zaman ortaya koyacaktır ama ben göremeyeceğim. Bununla birlikte küresel ısınma bir aldatmacadır diyenlerin sayısı da günden güne artmaktadır. BBC dahi bu konuda bir belgesel yayınlamıştır.

orta boy bir güneş lekesinin büyüklüğü yeri içine alır. Bazı zamanlar neptün büyüklüğünde lekeler bile görülebilir güneş yüzeyinde.































Sonuç, her ne kadar güneşte çalışacak bir şey kalmamıştır diyen gökbilimciler varsada gördüğümüz gibi teknolojik gözlem araçları ve uzaya yerleştirilen gözlemevleri hala ilginç bulgular ortaya koymaktadır. Her ne kadar 2012 kıyamet senaryoları arasında güneş patlaması varsa da bu notta gördüğünüz gibi 24. çevrim çok zayıf olacak, bu demektir ki patlamaların şiddeti de sayısı da az olacaktır. Sonuç siz de güneşi çalışmak ister misiniz?

Prof. Dr. Ethem Derman (Ankara Üniversitesi, Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölüm Başkanı

Devamı...>>

Kocaman Radyo Galaksi



NASA ve ESA (Avrupa Uzay Ajansı) tarafından bugün yayınlanan NGC 5128 görüntüleri.
Karanlık toz bulutları ve yıldız oluşumundaki pembe renkli nebuladan çıkan gazlarla görünür bölgede ,morötesi ve kırmızı ötesi bölgelerde görüntü vermektedir.
NASA 'ya göre fırtınalı bir günde yağmur bulutlarını andırmaktadır.Bu bulutlar binlerce ışıkyılı uzaklıktadır.
Kendiniz de bu galaksiyi görebilirsiniz.

Devamı...>>

Ay Tutulması



15 Haziran saat 20:40 dan sonra 2011 yilinin ilk Tam Ay Tutulmasını 100 dakika süresince izleyeceksiniz .Bu tutulma 11 yıldan sonra en uzun süren ,derin ve karanlik olacak. .
Avrupa , bütün Güney Afrika ,Hindistan ve Hint Okyanusu ve Avustralya ,Yeni Zelenda ve tabii ki Türkiye'den görülecek .Online olarak izlemek isteyenler için; http://www.eclipse-live.com/?lang=en kullanabilirler.
Eğer bu tutulma hakkında detayli bilgi almak istiyorsanız ; click here for a map kullanabilirsiniz.



Yeni uzay görüntüleri ile keşfe ne dersiniz beautiful photos of the night sky düşündüğünüzden daha kolay elde edeceksiniz!

Devamı...>>

Kara Madde Nedir Ne Değildir?

Ethem hocam bu seferde gökbilimciler ve fizikçiler tarafından yoğun bir şekilde tartışılan bir konuyu ele alıyor: Kara madde...

Son zamanlarda astrofizikte evrenbilim çalışmaları önemli bir yer tutmaya başladı. Bilim insanları gözümüzle veya teleskobumuzla gördüğümüz evrendeki o ışıldayan yıldızlar ve gökadaların toplam kütlesi evrendeki maddenin çok küçük bir bölümünü oluşturuyor dediler. Bugüne kadar bildiğimiz Samanyolundaki milyarlarca yıldız ve evrendeki milyarlarca gökadanın kütle olarak bir hiç olduğunu öğrenmek bizleri epeyi şaşırttı. Görünen evrendeki madde evrendeki maddenin sadece %4'ü kadar. Bu görünmeyen maddenin %23'nü de kara madde oluşturuyor dediler. Peki nereden çıktı bu kavram, bu yazıda onu anlatmaya çalışacağım.

Bugün evrendeki kütle dağılımı


Bu konuya girmeden önce Güneş Sistemimizde gezegenlerin hareketlerini iyi bilmemiz gerekiyor. Yaklaşık olarak gezegen yörüngelerini dairesel kabul edersek buradan elde edeceğimiz hıza da ortalam hız deriz. Keplerin üçüncü yasası bir gezegenin dolanma döneminin karesinin Güneşe olan ortalama uzaklığının üçüncü kuvvetine oranı tüm gezegenler için aynıdır der ve bu aynı olan parametre de Güneşin kütlesini içerir. Diğer yandan bir gezegenin Güneş çevresinde aldığı yol ve bu yolu katetmesi için gereken zamanı bilirsek onun ortalama hızını bulabiliriz. Bu formül ile Kepler yasasını birleştirdiğimizde bir gezegenin yörüngesindeki hızın onun Güneşe olan uzaklığına ve Güneşin kütlesine bağlı olduğunu görürüz.


Bir sistemde hızın kütle ve yörünge yarıçapına bağlılığı. Newton yasası


Güneşin kütlesi sabit olduğuna göre uzaklık değiştikçe hızın düşmesi gerekiyor çünkü hız uzaklıkla ters orantılı. Bu sonuç gezegenlerin hızları ölçüldüğünde doğru çıktığı görülmüştür. Aşağıdaki şekle bakarsak yörüngesinde en hızlı dolanan Merkür, en yavaş dolanan Neptün gezegenleridir. Bu Newton yasasını doğal olarak evrenseldir. Her sisteme uygulanır, örneğin Dünya çevresindeki yapay uydulara veya doğal uydumuz Ay'a da uyguladığımızda M yerine yer kütlesini koyduğumuzda doğru çıktığını görürüz. Jüpiter ve uydularına da uyguladığımızda aynı sonuca varırız.

Güneş sisteminde gezegenlerin hız dağılımı. Newton yasalarına tam bir uyum vardır.


Gökbilimciler aynı yasayı gökadalara uygulamak istediler ve önce Samanyolundaki yıldızlara uyguladılar. Gökyüzünde gördüğümüz tüm yıldızlar Samanyolu'a aittir. Örneğin Güneş, bu gökadanın merkezine 30000 ışık yılı uzaklıkta ve bir turunu 225 milyon yılda tamamlarken hızı saniyede 220 kilometredir. Beynimiz hız birimi olarak km/saat kullanır, eğer çevirirsek 220*3600=792000 km/saat çıkar. Formula yarışlarında bir arabanın hızı yaklaşık 300 km/saat veya bir uçağın hızı yaklaşık 1000 km/saat olduğunu bildiğimize göre çok kolay karşılaştırma yapabiliriz. Farklı sarmal kollardaki bir çok yıldızın yörünge hızı ölçüldüğünde ve bunları bir grafiğe yerleştirdiğimizde aşağıdaki şekil ortaya çıkıyor.

İçinde bulunduğumuz Gökadada yıldızların yörünge hızları. Merkezden uzaklaştıkça hızlar artıyor sanki yıldızlar uçuyor.


Gökadamızın merkezinden uzaktaki yıldızların hızları merkeze yakın olan yıldızlardan daha fazla olduğunu görüyoruz. Öyleki nerdeyse gökadayı terkedip kaçacak limit hıza çok yakınlar. Bu yüksek hızı ne Newton ne de Einstein denklemleri açıklayamıyor. Yukarıda verdiğim formüle dikkat ederseniz hız büyük olduğuna göre onunla doğru orantılı olan kütlenin de büyük olması gerekiyor. Hızı ve merkeze olan uzaklığı doğru ölçtüğümüze göre gökadamızda ya eksik bir kütle var ya da Newton'un çekim yasası doğru değildir. İkinci görüşü çok önceleri test ettiğimize göre birinci görüş doğru demektir. Yani tüm Samanyolunda, özellikle de onu saran ama görünmeyen bir kütle var demektir. Ne kadar kütleye gereksinimimiz var diye formüle koyduğumuzda gökadamızın %90 kütlesini göremediğimiz ortaya çıkmaktadır. İşte bu görünmeyen maddeye “Karanlık Madde” adı verilmektedir. Görmüyoruz ama var.

Başka gökadalarda bulunan yıldızların da hızlarını ölçtüğümüzde benzer bir şekil ile karşılaşıyoruz. Burada 4 farklı gökada için bulunan değerler görülmektedir.


1781 yılında Uranüs gezegeni Sir William Herschel tarafından keşfedildi. Yaklaşık 100 yıl önce Newton hareket yasasını ve çekim yasasını ortaya koymuştu. O zaman gökbilimciler hemen Uranüs'ün yörüngesini çalışmaya başladılar. İlginç bir şekilde Uranüs'ün yörüngesi Newton yasalarına tam uymuyordu. Yine hemen iki çözüm önerildi; ya daha dışarıda bir gezegen vardı veya Newton hatalıydı. Gökmekanikçiler Newton'un yasalarına güveniyorlardı ve başladılar bu tedirginliği ne yaratabilir diye ve sonuç olarak matematiğin büyük bir zaferi olarak 65 yıl sonra 1846'da Neptün keşfedildi. Demek ki gördüğün bazı hareketlerden görmediğin bazı şeyler öğrenebilirsin. Verdiğimiz bu örnekte Uranüs'ün yörünge hareketinden görmediğimiz ama var olan Neptün gezegeni bulundu. Benzer bir olayda Merkür'de yaşandı. Onun da yörünge hareketi Newton yasalarına uymuyordu. Yörüngesindeki bu sapmaya bir gezegen neden olmaktadır diye uzun süre araştırmalar yapıldı. Uranüs'ün gizeminden çok daha farklı bir çözüme ulaşıldı. 1915 yılında Einstein Newton'un çekim yasasına getirdiği küçük bir düzeltme ile sorunu çözdü, kayıp gezegen yoktu. Olağan olmayan bazı hareketlerin, doğa yasalarının tam olarak anlaşılmadığını işaret ettiğini görüyoruz.

Karanlık maddenin gökada kümelerini de çevrelediği görülmektedir.


Uranüs'ün yörüngesini çalışan gökmekaniği uzmanı matematikçiler en sonunda teleskobu şu koordinatlara yönlendirirseniz kayıp gezegeni bulabilirsiniz dediler ve Neptün bulundu. Aynı şekilde gökadamızda teleskobumuzu çeviriyoruz ama yıldızlardan ve gaz bulutlarından başka bir şey göremiyoruz. Yani o kütle yok veya filmlerdeki görünmeyen adam gibi ışık içinden geçiyor ama siz onu göremiyorsunuz. Görünmeyen madde fikri o kadar da çılgın değil, örneğin ışık kaynağı ile aramızda bir cam olsa biz ışığı görürüz ama camı görmeyiz. O nedenle yeni yapılarda camlar takıldıktan sonra işçiler camı görmeyip de aşağı düşmesinler diye bant yapıştırırlar. Cam gibi bir malzeme ışık gibi bir şeyi geçirir ama başka bir şeyi geçirmez. Karanlık madde ise her şeye karşı şeffaf. Ondan yapılmış bir duvarın içinden geçebilir, onun içinde yürüyebilirsiniz ama onu hiç bir zaman hissetmezsiniz. Aslında kara madde bir araya gelip de birbirine yapışıp duvar bile olmuyor ki içinde yürüyebilesiniz.

Doğada aslında böyle bir madde var, nötrinolar. Güneş merkezinde hidrojenin helyuma dönüşmesi sırasında bu parçacıklar ortaya çıkar. Güneşten çıkan bu parçacıklar 8 dakika sonra dünyadan geçerler. Sadece insan vücudundan değil yerin de içinden geçerler. Vücudunuzdan her saniyede bir trilyon nötrinonun geçtiğini biliyor musunuz? Fakat bunların bedeninizden geçerken bir atomla etkileşimi ancak 75 yılda bir olabilir. Görünmeyen maddenin güzel bir örneği nötrinolardır. Ama kara maddenin tersine nötrinolar labaratuarlarda gözlenmiştir. Yeraştına yapılan büyük nötrino detektörlerinde az da olsa saptanmış ve onların varlığı kesin olarak bilinmektedir. Bu parçacıkların varlığı ilk kez belirli nükleer tepkimelerde kayıp enerjinin olduğunu gören Wolfgang Pauli tarafından öngörüldü.

Karanlık maddenin varlığı sadece gökadaların dönme profilinden değil, farklı yollardan da bilinmektedir. Chandra uydusunun çektiği bu fotoğrafta bir galaksi kümesini saran yoğun X-ışını saptanmıştır. Bu ışınıma kara maddenin neden olduğu gösterilmektedir.


Dönen sarmal gökadalar kara maddenin varlığının hissedildiği yagane yerler değil. Eğer gerçekten kara madde varsa evrende başka nerelerde onun etkisini görebiliriz sorusunu son 20 yıldır Gökbilimciler araştırıyorlar. Sonuçta da bir çok kanıt bulundu. En belirgin örnek ise çekimsel mercekler. Çok uzaklardaki qusarların veya gökadaların ışıkları onun önünde bulunan ama görünmeyen bir kütle tarafından bükülmekte ve çoğunun görüntüsü yay parçaları şeklinde görmekteyiz. Bu da evrenin kara madde ile dolu olduğunun bir başka kanıtı olarak ortaya çıkmaktadır. Birkaç kanıt daha var ama son olarak gökada kümelerindeki toplam kinetik enerji ile ilgili kanıtı yazalım ve fazla ayrıntıya girmeyelim. Meşhur bir Virial teoremi vardır; Bir sistemde toplam kinetik enerji ancak çekimsel bağlanma enerjisinin yarısı olur der. Fakat yapılan gözlemler kinetik enerjinin hesaplanandan çok fazla olduğunu ortaya koymuştur, bu ise yine bir kayıp kütleden kaynaklanır. Benzer durum yıldız kümeleri için de bulunmuştur.

Bileşimini bilmediğimiz, göremediğimiz, koklayamadığımız bu ne olduğu belirsiz “Karanlık Madde”yi bugün tüm gökbilimciler çeşitli yöntemler ile araştırmaya devam ediyorlar. Bunlardan sadece bir tanesi son Endeavour uzay mekiği ile uluslararası uzay istasyonuna götürülen ve 2 milyar dolara malolan Alpha Magnetic Spectrometer detektörüdür. Ama bir yandan da kuramsal çalışmalar devam etmektedir. Bu gizemli maddeyi iki farklı çeşitte inceleyen, yani “Sıcak Karanlık Madde” ve “Soğuk Karanlık Madde” tanımları yapılıyor. Bunlardan sadece soğuk olanını gözlemenin olası olduğunu ileri süren bilim insanları var. Sonuçta “Karanlık Madde” hakkında daha yazılacak çok şey var ama notumuzu burada bitirelim ve bitirirken de şu soruyu soralım, siz bu maddeyi bulmak istemez misiniz? Büyük olasılıkla bulan Nobel ödülü alacak.

Prof. Dr. Ethem Derman, Ankara Üniversitesi, Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölüm Başkanı


Devamı...>>

Yıldız Falının Yeni Burç Tarihleri

Sıradaki yazı falcılıkla ilgili. Yıldızlara bakarak geleceğimizi anlayabilir miyiz? Ethem hocam bilimin bu konuda ne söylediğini dile getirmiş. Dinleyelim...

Gökbilim ile uğraşan bilim insanları uzun zamandır yıldız falına bakan astrologlara karşıdır. Nedeni ise astrologlar yaptıkları işin bir bilim olduğunu ileri sürerler ve hatta yalan söyleyerek batıda bunun üniversitelerde okutulduğunu iddia ederler. Bizlerin bu konuda duyarlı olmamızın nedeni bazen çok eğitimli kişilerin dahi astronomiyi astroloji ile karıştırmasıdır. Biri temel bilim diğeri ise sahte bilim veya biraz argo bir tabirle sahtekarlık. Ama insanlarda bir şeye gönülden bağlanma, inanma güdüsü var, özellikle onu ikna edecek yetenekli biri ile karşılaşırsa dünden razıdır böyle konularda inanmaya. Bugün astroloji konusunu ve yeni burçları dile getireceğiz.

Yıldız falının açıklaması.


Astrolojinin ne kadar saçma, akılsız olduğunu gökbilimciler uzun zamandır dile getirirler, bu konuda YouTube'da bir çok video bulabilirsiniz. Şimdi ben astrolog olsam bu kadar düşmanım varsa kendime biraz çeki düzen veririm değil mi? Hayır, yerlerinden hiç oynamamışlar. Ne kadar zamandır tam 2000-2500 yıldır. Hani bu konu bilimdi, hani astronomiden yararlanıyordunuz? İçlerinden 2-3 tanesi çıkıpta gerçekten bu konuda bir bilim insanından yardım alsalardı hem zengin olurlardı hem de meşhur. Bugün burçların sınırlarını aşağıdaki çizelgede bulabilirsiniz. Her zaman dile getirdiğimiz gibi Güneş bir yıl boyunca 12 burçtan değil 13 burç üzerinde dolanır.

Eski burçların tarihleri ile yeni bu burçların bugünkü tarih aralığını bu çizelgede görebilirsiniz.

Gökyüzünde bir çok takımyıldız vardır, fakat bunların içinde bir yıl boyunca Güneş'in üzerinde dolaştığı takımyıldızlara burç diyoruz. Burçları ilk kez Babilliler tarafından tabletlere yazılmış ama bugün biliyoruz ki onlardan önce de bu burçlar biliniyordu. Babilliler de biliyordu gökyüzünde 13 burç olduğunu ama nedense o zaman Yılancı burcunu onlar da bir kenara koymayı tercih ettiler. Bu burçların sınırları tamamen eski tanımlara uygun olarak Uluslararası Astronomi Birliği (IAU) tarafından gökyüzü haritalarına işaretlendi. Güneş bu burçların her birinde tam 30 gün kalmaz, kiminde 20 gün kiminde 35 gün kalır ama astrologlar bunu da kullanmaz. Ben Ağustos ayında doğdum, astroloğa göre ben doğduğumda Güneş Aslan burcundaydı ama bir gökbilimciye sorsanız size o gün güneşin hangi burçda olduğunu söyler tamamen farklı bir burçtadır. Gökbilimciye ve astroloğa göre farklı iki Güneş olamaz, hangisine inanırsınız?

Tüm falcıların Akrep burcu içinde saydıkları aslında Güneşin üzerinde dolaştığı 13. burç YILANCI

Babilliler zamanında yaklaşık olan Güneş'in hangi burçda olduğu biliniyordu ama burçlar o günden bu yana kaydı. Buna neden olan dünyanın dönme ekseninin uzayda yer değiştirmesidir. Pecession adı verilen bu olay, İsadan Önce 280 yıllarında yaşamış Aristo tarafından dahi biliniyordu. Precession Ay'ın ve Güneş2in yerin ekvator bölgesine yaptığı tedirginlik sonucu Dünyanın dönme ekseninin gökyüzünü deldiği noktanın yer değiştirmesidir. Bugün kutup yıldızının hemen yakınından geçen dönme eksenimiz İ.Ö. 2500 yıllarında Ejderha takımyıldızındaki Thuban yıldızını gösteriyordu. 12000 yıl sonra ise Çalgı takımyıldızının en parlak yıldızı olan Vega'yı gösterecek. Bu olay dönemsel olup 26000 yılda tam bir devir yapar. Bu olay gerçekleşirken ilkbahar noktası da batıya doğru kayar ve bunun sonucunda belirli bir tarihte Güneş 2500 önce bulunduğu burçta bulunmaz.

Burçların uzun yıllar sonra yer değiştirmesine neden olan presesyon olayının açıklaması

Gökbilimciler falcılığı yere batırmak için ellerinden geleni yaparlar, bir çok soru sorarlar. Bu sorulardan bazılarını sralayarak bu konuyu bitirmek yararlı diye düşünüyorum, yoksa yazacak çok konu var. Falcılar burçlar eskiden nasıl tanımlanmışsa biz öyle devam ederiz diyorlar. O zaman ilk soru akla geliyor, neden 1600 yıllarından sonra bulunmuş Uranüs ve Neptün'ü yıldız haritalarında gösteriyorlar? Sanırım Pluto'yu bile kullanıyorlar, bu durumda hiç anlamı var mı? Aslında bir kez kendilerini yenilemişler diye bakmakta yarar var, yani bir yeniliği içlerine sindirmişler. Bugün neden doğduğumuz an önemli? Tüm bilim dünyası, çocuk ana rahmine düştüğü andan itibaren şekillendiğini ve doğumun sadece 9 aylık bir gelişimin sonucu olduğu konusunda hemfikir. Ama eskiden öyle değildi. Doğduğumuz anda Güneş ve gezegenler bulundukları burca veya eve göre bilinmeyen bir kuvvet ile bizim karakterimizi oluşturuyorsa bu kuvvet uzaklıktan bağımsızdır. O zaman neden parlak yıldızları, gökadaları kuazarları da göz önüne almıyorlar diye ilginç bir soru ortaya çıkıyor.

Dünyanın dönme ekseninin gök küresi üzerinde çeşitli tarihlerde nerede hangi takımyıldızında olacağını görebilirsiniz.

Bu konuda daha sorulacak çok ilginç konular var ama gereği yok. Kendilerini bilim ışığında bir kez yenilemişler ve onda da son bulunan gezegenleri yıldız haritalarına alma ile yapmışlar. Gökbilimden bugüne kadar hiç yararlanmamışlar, şu burçların sınırlarına bir bakalım dememişler. Teknoloji bu kadar ilerlerken tüm yıldız falcıları muhafazakar bir kafa ile bir köşede oturmuşlar. Aslında kafalarını biraz çalıştırmış olsalardı daha fazla para kazanabilirlerdi. Teknolojiye uymuş, saçlarını bonu kafa yaptırmış gelecekten söz ederken teknolojiyi de sonuna kadar kullanmış bir falcı düşünebiliyor musunuz? Son bir soru sorarak yazımızı bitirelim. Bu kadar bir çok şeyi öngören yıldız falcılarının içinde zengin olanı siz tanıyor musunuz?

Fala inanmayın ve falsız kalmayın, inanmak güzel şeydir, bizim gibi fen kafalılar bu durumu bir türlü anlamıyoruz, kusurumuza bakmayın.

Prof. Dr. Ethem DERMAN (Ankara Üniversitesi, Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölüm Başkanı)

Devamı...>>

SuperMoon Neler Yapacak Neler!!!

Ethem Derman hocamızın yeni yazısı bugünlerde çoklukla bahsedilen "süper Ay" üzerine...

Medyamız sağolsun bu haberin üzerine atladı, neden çünkü yeni bir kıyamet senaryosu da o yüzden. Gazetelerde ikişer haber çıktı, televizyonlarda tartışma programları düzenlendi. Bu notumuzda gelin bir astrologun isim babası olduğu bu SuperMoon olayını inceleyelim.


Medyada çıkan habere göre 19 Mart günü Ay 18 (veya 19) yıldan bu yana ilk kez dünyamıza çok yaklaşacak ve %14 daha büyük gözükürken %30 daha parlak olacak. Dünyamıza çok yaklaştığı için de çekim (gel-git demek istiyorlar) etkisi çok artacak ve yeryüzünde büyük felaketlere neden olacak. Nedir bu feleketler deyince hemen sıralıyorlar; büyük depremler olacak, volkanlar ateş püskürmeye başlayacak ve iklim değişiklikleri nedeni ille ortalığı sel götürecek. Bakarmısınız olayın ne denli tehlikeli olduğuna? Yine medyada bu konu tartışılırken uzmanların görüşüne başvuruyorlar, doğal olarak 2012 kıyameti hakkında kitap yazanlar veya herzaman o değişmeyen uzmanlar. O büyük kıyamete hazırlık olsun diye bu küçük kıyamet önceden geliyormuş, olmayan foton kuşağı ile birlikte :)

Tüm medya halkın cahil kalmasını istediğinden dolayı iş başa düştü. Beni bir gazeteden aradılar, bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz diye, hemen yanıtı yapıştırdım. Yine şarlatanların ortaya attığı saçma sapan bir iddia dedim. Ay 27.3 günde bir Dünya'nın çevresinde bir tur atar, yörünge şekli elips olduğu için de bu süreçte bir kez en yakın olur bir kez de en uzak olur. Beni arayan gazetede bu görüşüm çıkmadı doğal olarak. Gökbilimde en yakın olduğu noktaya “enberi”, en uzak olduğu noktayada “enöte” deriz. Olayın ilginçliği Ay tam enberi noktasına geldiği anda da dolunay evresinde olması. Enberi noktasında iken gerçekten Ay'ın açısal boyutu, normal boyutundan daha büyük olur, yani yazılan %14 daha büyük olacak ifadesi doğru, hem büyük hem de yakın olduğu için %30 daha parlak olacağı da doğru.


Ay enöte blgesinde iken açısal boyutu küçük, enberi noktasında iken çok daha büyük görünür.


Ay'ın yörünge dönemi 27.3 gün iken, Güneş'e göre dönemi ise 29.5 gündür. Yani iki dolunay arasında tam 29.5 gün vardır. İslami takvimde kullandığımız ayın uzunluğu. Ay yörüngesinin herhangibir noktasında iken dolunay olabilir. Ama enberi noktasında iken dolunay olması öyle her zaman olası değil. Bunun hesabını yapmak da çok kolaydır. İki dönem arasında 2 gün olduğuna göre her ay yörüngede bu kadar kayacağına göre yaklaşık 14 ayda bir dolunay enberi noktasında meydana gelir. Bu kadar sık olan enberi noktasında dolunayın meydana gelmesi neden 19 yılda bir oluyormuş diye herkes araştırabilir. Ay'ın enberi ve enöte geçişlerini veren web sayfaları vardır. Örneğin http://www.fourmilab.ch/earthview/pacalc.html. Güneş'in etkisi ile her enberi noktasındaki uzaklık birbirine eşit değil. Bu sayfada 2011 yılı için hesapla dediğimde 19 Mart saat 19:10'u gösterdi. Saat greenwich saati ile verili gökbilimde ve o gün o saatde Ay Dünya'dan 356577 km uzakta olacak. Bu 2011 yılı için gerçekten en yakın konum. Hemen 2010, 2009 ve 2008 yıllarına da baktım ve orada durdum çünkü 12 Aralık 2008 günü aynı olay gerçekleşiyor ve Ay'ın uzaklığı sadece 356567 km. Yani 19 yıldır ilk kez böyle bir olay gerçekleşiyor ifadesi yanlış.


Ay'ın yer çevresindeki yörüngesi bir elipstir ve odağında Dünya bulunur. Doğal olarak bir ay içinde bir kez enyakın konuma bir kez de enuzak konumda bulunur.


Neden insanlar Güneş tutulması sırasında veya Ay'ın böyle durumlarında deprem bekliyor? Güneş, Dünya ve Ay aynı doğrultuda olduğu zaman her iki cismin yeryüzüne uyguladığı tedirginlik etkisi maksimum olur. Gel-git etkisi dediğimiz durum her gün iki kez gerçekleşir ve özellikle dünyamızda atmosfere ve okyanuslara etkisi büyüktür. Ay dolunay veya yeniay evresinde olduğu zamanlar bu etki daha büyük olur ama yerkabuğuna etkisi fazla değildir. Okyanuslarda deniz yüzeyi 8-9 metre yükselirken, katı yer kabuğundaki etkisi 30-40 cm yöresindedir ve bu kayma sadece Ay'a doğru değil, her yönde olabilir. Jeologlar bu tedirginlik kuvvetinin yer kabuğunda yarattığı enerjinin, yerin mağma katmanındaki konveksiyon enerjisinin yanında çok küçük kaldığını ve depremlerin hemen kabukta değil yerin daha içinde meydana geldiğini söylerler. Ay ilkdördün evresinde olduğunda gelgit etkisi fazla değildir çünkü Güneş o etkiyi sönümlendirir. Japonya depremi bu gelgit etkisinin minimum olduğu bir tarihte meydana geldiğini unutmayalım.



Güneş, Dünya ve AY aynı hizada olduğu zaman gelgit kuvveti daha büyük olur.Gelgit kuvvetinin minimum olduğu zaman ise Ayın ilkdördün ve sondördün evresdir. Japonyadaki depremi Ay'a bağlayanlara duyurulur.


Bizim insanımız medyada büyük depremler haberleri olduğunda veya ülkemizde deprem yaşandığında olaydan haberdar olur. Halbuki yeryüzünde yılda yaklaşık 500 000 deprem meydana gelmektedir ve bunların 100 000'i insanlar tarafından hissedilmektedir. Tüm depremlerin bir veritabanını tutan http://earthquake.usgs.gov/ siteye göre son yüzyılda meydana gelen depremler gözönüne alınıp bir istatistik yapıldığında yılda ortalama bir kez 8 şiddetinden daha büyük deprem meyadana gelmektedir. 7.0-7.9 aralığında meydana gelen depremlerin sayısı yılda 15 iken 6.0-6.9 aralığında 134'dür. Bu depremlerin oluş tarihleri bağlantısını verdiğim adresde bulunabilir. Bu çok şiddetli depremlerin tarihi ile Ay'ın yeniay ve dolunay tarihlerini karşılaştırdığımızda aralarında hiç bir korelasyon yani bağıntı olmadığını görürüz. Bizim ülkemizde olan depremleri de Kandilli Gözlemevinin sayfasından ( http://www.koeri.boun.edu.tr/scripts/lst1.asp ) takip edebilirsiniz ki günde yaklaşık 20 deprem olmaktadır.

Sözün özü, bu güzel gökyüzü olayını Cumartesi akşamı seyretmeniz. Güneş battığı sırada doğudan yükselen tepsi gibi Ay, herkesin ilgisini çekecektir. Sakın yanındaki parlak cisme uçan daire diye bakmayın o güzel halkası ile bilinen Satürn gezegenidir. Küçük bir teleskopla baktığınızda o güzelim halkayı da görebilirsiniz. Eğer bu sırada ülkemizde veya başka bir ülkede bir deprem olduysa bunun nedeni o güzel görünümlü Ay'ımız değil, yeryüzündeki kıtaların kayması sonucu oluşmuş bir olaydır, tesadüfen o güne, o ana rastlamıştır. Esen kalın, gökyüzü ile kalın.

Prof.Dr. Ethem DERMAN-Ankara Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri, Bölüm Başkanı


Devamı...>>

Küresel Isınma Bir Gök Olayı mı?

Prof. Dr. Ethem Derman hocamın küresel ısınma dizisi sürüyor.

İlk notumda küresel ısınmanın her yıl arttığını gösteren verilere yer vermiştim. Bir hafta önce yayınlanan dünyanın 2010 ortalama sıcaklığına göre son 10 yılın en sıcak yılını yaşamışız. Peki tüm bu verilere karşın bu işe karşı çıkan gökbilimciler ve diğer bilim insanlarının savları nedir, bu yazıda da konuya açıklık getireceğim.

Ocak 2001 tarihinde açıklanan 2010 yılı ortalama sıcaklık değeri. Son 10 yılın en sıcaklarından biri daha. Değerlerin iki tanesi ABD'den biri İngiltere'den diğeri ise Japonya'dan. Böyle ölçümleri acaba sadece gelişmiş ülkeler mi yapıyor :)


Önce yayınlanan ortalama sıcaklık verilerine inanılmıyor. Nedeni de yeryüzünde ölçülen sıcaklıkların genellikle kent merkezlerinde ve havaalanlarında olduğu ileri sürülüyor. Bugün kentlerimiz birer ısı adası olmuş durumda, evler ve binalar çok iyi ısıtılmakta bu da kenti ısıtmaktadır. Gerçekten Ankara'ya ilk geldiğim 1980'li yıllarda kışın yağan kar yerden kalkmaz Tandoğan'da bile iki ay buz üstünde yürürdük. Son 10 yıldır Ankara'ya kar yağıp da 2 gün yerde kaldığı bile olmuyor. Karşı görüşte olanların ellerinde bir de çok güzel kanıtları var. Uydulardan yapılan sıcaklık ölçümleri.

Yeryüzüne çok yakın olan troposfer katmanının en altında ölçülen uydu sıcaklık verileri. Bu grafiğe baktığımızda da son yıllarda bir soğuma olduğunu görüyoruz. Yerde ölçülenler ile ters bir eğilim var.


Yukarıdaki grafikte atmosferin en alt katmanı olan troposferin de en alt sınırında uydular ile ölçtülen sıcaklık değişimlerini gösteriyor. 1979 yılından bu yana ölçülen bu değerlerin yeryüzü sıcaklığı olduğunu, o yüzden yerdeki meteoroloji istasyonlarında ölçülen sıcaklıkların kentlerin ısınmasından dolayı yerin ortalama sıcaklığı için doğru değer vermediğini savunuyorlar. Bu uydu verilerini destekleyen diğer bir kanıt ise meteoroloji balonları (radyosond) ile ölçülen sıcaklıklar. Balon ölçümleri uydu ölçümlerinden önce başladığı için ve birbiri ile gayet uyumlu olduğundan çıkan sonuç son yüzyılda ortalama sıcaklığın sadece 0.5 derece arttığıdır. Son 50 yılda sıcaklıkta bir değişim görülmediği halde bu süreçte atmosferde varolan karbondioksitin %70'i insan eliyle havaya katılmıştır. O zaman karbon dioksit ile ortalama sıcaklığın bir ilgisi olmaması gerekir.


Yeryüzüne çok yakın olan troposfer katmanının en altında ölçülen uydu sıcaklık verileri. Bu grafiğe baktığımızda da son yıllarda bir soğuma olduğunu görüyoruz. Yerde ölçülenler ile ters bir eğilim var.

Küresel ısınmanın insan eliyle olduğuna inanmayanların her veriye karşılık görüşleri var. Örneğin medyada sık sık kutuplardaki buzulların eridiği haberi geçer. Ama son zamanlarda uydular ile kutup buzlarının yüzey alanları ölçülüyor ve bu veriler uzay merkezlaerince yayınlanıyor. Onlara bakınca tam tersine buzul alanlarının pek değişmediği anlaşılıyor. Okyanuslardaki deniz yüzeyinin yükseldiği kabul ediliyor ama onunla ilgili görüşleri de var. Tüm bunlara karşın biz olayın gökbilimciler tarafına eğilmekte yarar görüyoruz.



Dalton minimumuna girerken 3. ve 4. çevrimlerin yapısı ile son 22. ve 23. çevrimin benzerliği dikkat çekici. Grafiğe geçirilmemiş olan 24. çevrimin ilk yılı da 5. çevrim ile uyum gösteriyor.


Son güneş etkinliği çevrimleri ile Dalton minimumundan önceki çevrimleri karşılaştıran grafik çok ilginç. Burada 23. çevrimi Şubat 2010'da bitmiş ama son bir yıldaki güneş leke sayısı aynı 5. çevrimi takip ediyor. Dolayısıyla yeni bir Dalton minimumu bizi mi bekliyor sorusu hemen akla geliyor.


Bu grafikte güneş çevrim uzunluğuna karşın o çevrimden sonraki yıllarda ölçülen ortalama sıcaklık görülmektedir. Eğer çevrim ne kadar uzun ise sıcaklık o kadar az olduğu görülüyor.

Diğer bir kanıt da bir güneş çevrimini uzunluğu ile ilgili. Daha doğrusu çevrim uzunluğu ile güneş etkinlik çevrimini takip eden ortalama sıcaklık arasında bir ilişki var ama bu ilişki o kadar sağlam değil. Benzer bir grafik yine çevrim uzunluğu ile ortalama sıcaklık değişim trendlerinin ne denli birbirine bağlı olduğunu göstermektedir.



Yıllara karşılık sıcaklık değişimi ve etkinlik çevrim uzunluğu beraber çizilmiş bu grafikte her iki değişimin de ne denli beraber gittiği görülmektedir. Özellikle son çevrimin 13 yıldan biraz daha uzun sürmesi acaba sıcaklığı o denli düşürecek mi?


İlk notumda uzun dönemli değişimlerin güneş etkinliğine nasıl bağlı olduğunu göstermiştim. Bu etkinlik ile sıcaklık değişimi arasında bir ilişki olduğu açık ama bunun bilimsel temeli uzun süre açıklanamadı. 1997 yılında Henrik Svensmark güneş sistemi dışından gelen ve gökada kozmik ışını denilen olayın iklimi değiştirdiğini ileri sürdü. Kozmik ışın deyince bugünlerde bol miktarda televizyonlarda gördüğünüz insanların “kozmik yiyecekler”den veya “kozmik içecekler”den söz ettiği aklınıza gelir ama bu gerçek kozmik ışın. Kozmik ışın, gökadamızdaki patlamalardan veya çarpışmalardan kaynaklanan enerjisi yüksek proton, atom çekirdeği veya elektron gibi atom altı parçacıklardır. Bu parçacıkları sayan gözlemevleri var. Bu sayımların leke etkinliği ile ters orantılı olduğu yani güneş etkinliğinin maksimum olduğu yıllarda kozmik ışın sayımının minimum, leke etkinliğinin minimum olduğu yıllarda da kozmik ışın sayımının maksimum olduğu biliniyordu. Güneş yüzeyinde manyetik alan şiddeti az olduğu zaman leke az olur ve güneş rüzgarı da yoğun olmaz. Bu ise gezegenlerarası manyetik alan şiddetini düşürür. İşte kozmik ışınları frenleyecek manyetik alan şiddeti zayıf olunca da kozmik ışınlar yer atmosferine kadar ulaşır. Svensmark'ın yaptığı yenilik atmosfere giren parçacıkların yere yakın bulut oluşumuna neden olduğudur. 2007 yılında bu kuramının ayrıntılarını yayınladığı bir makale ile açıklığa kavuşturdu.



Ölçülen kozmik ışın sayımı ile leke sayısının birbiri ile nasıl ters orantılı olduğu bu grafikte görülmektedir. Leke minimumda iken kozmik ışınlar daha fazla.


Yine 2007 yılında Nigel Calder ile baeaber yayınladığı kitabında güneş etkinliğinin iklim değişikliği üzerine etkisinin insan üretimi karbondioksitten daha fazla olduğunu ileri sürdüler. Son yüzyılda güneş etkinliğinin fazla olması nedeniyle kozmik ışınların yer atmosferine yeteri derecede ulaşmadığını dolayısıyla dünya ortalama sızaklığının arttığını bu kitapda dile getirdiler. Kozmik ışınların atmosferin alt katmanlarında bulut oluşumuna neden olduğunu da “SKY deneyi” ile kanıtladılar. Karşı görüşte olan bilim insanları aynı deneyi gerçekleştiremediklerini ileri sürerek kuramı eleştirdiler.



Gezegenler arası manyetik alan şiddetinin çevrim ile nasıl değiştiği bu grafikde verilmiştir.

Görüldüğü gibi küresel ısınma için ileri sürülen iki görüş de kavga etmeye devam ediyor. Tartışma henüz sonuçlanmış değil. Her iki görüşün de ileri sürdüğü kanıtlara tarafsız olarak bu iki yazımda yer vermeye çalıştım, ne kadar başarılı olduğumu bilmiyorum ama küresel ısınma nedenini sera gazlarına bağlayan birçok devletin ve medyanın oluşu ve benim de bir gökbilimci olmam nedeniyle Svenson'un kanıtlarının daha kuvvetli olduğuna inanıyorum.



Güneşte manyetik alan kuvvetli olduğunda gezegenler arası ortamda da manyetik alan kuvvetli olduğundan kozmik ışınlar yer atmosferine ulaşamaz. O zaman açık gökyüzü ve sıcak bir dünya demektir.

Güneşte etkinlik minimum olduğu zamanlar kozmik ışınlar yer atmosferine ulaşarak yere yakın bölgelerde bulut oluşumuna neden olmaktadır. O zaman da soğuk ve yağışlı bir dünya ile karşı karşıya kalıyoruz. Bulutlar Güneş'in bizi ısıtmasını önlemektedir.


Tüm bu tartışmaların bir de politik yanı ver doğal olarak. Bugün ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Japonyo gibi gelişmiş ülkeler küresel ısınma konusunda kıyameti koparıyorlar. Bunun nedeni olarak bu ülkelerde gelirin artık sanayiden değil teknolojiden kaynaklandığını dolayısıyla sanayi ile birlikte gelişmekte olan Çin, Türkiye gibi ülkelerin geri kalması için ellerinden geleni yapmaya çalıştıkları konusunda görüşler var. Eğer karbondioksit salınımını düşürmezse Kyoto anlaşmasındaki maddelerden dolayı ülkemizin milyarlarca dolar ödemek zorunda olduğunu ileri sürenler var. Ben poitikadan anlamam işin bilimsel yönüne bakarım. Küresel ısınma mı yoksa küresel soğuma mı önümüzdeki 5-10 yılda ortaya çıkacak, bakalım kim haklı?



Eski zaman iklimcisi Dansgaard buzul çekirdeklerindeki oksijen-18 izotopunu ve deutoryumu ölçerek daha önceki yıllarda sıcaklığın kuzey yarımkürede nasıl değiştiğini buldu. Grafikde sıcak ve soğuk dönemlerin nasıl değiştiğini görmektesiniz.


Prof.Dr. Ethem DERMAN-Ankara Üniversitesi, Astronomi ve Uzay Bölümleri Bölüm Başkanı

Devamı...>>

Küresel Isınma Kocaman Bir Yalan mı?

Ethem Derman hocamın bu yazısı küresel ısınma ile ilgili olan tartışmaları içeriyor. Genel beklentinin tersine gökbilimciler önümüzdeki 5-10 yılda küresel soğuma olacağını ileri sürüyor. Nasıl mı?

Yeryüzünün ortalama sıcaklığı son yüzyılda hızla artmakta. Aşağıdaki grafiği NASA'nın bir birimi (Goddard Institute of Spaca Science, GISS) tarafından yayınlanmıştır. Bu grafiğe bakınca son 100 yıldaki artış çok belirgin olarak gözüküyor ve özellikle son 50 yılda artışın ivmesi daha da fazlalaşmış durumda. Bunun nedeni olarak son yüzyılda sanayi devriminin uç noktaya geldiği ve tüm sıcaklık artışının insan eliyle yapıldığı kabul ediliyor.

Son yüzyılda yer yüzünün ortalama sıcaklığı yaklaşık 1 derece artmıştır. Bu grafikte GISS'in yayınladığı veriler görülmekte.



















O zaman önce bu küresel ısınmayı biraz mercek altında tutmamız gerekiyor. Özellikle sanayi fabrikaları atmosfere bol miktarda karbon dioksit (CO2) salmaktadır. Atmosferdeki karbon dioksit, metan ve su buharı gibi gazların miktarı arttığında üstümüzdeki battaniye biraz daha kalınlaşacak, güneşten gelen ısıyı yakalayacak ve küresel ısınma gittikçe artacak. İşte sera etkisi olarak bilinen bu olay gelecekte başımızı çok ağrıtacak.

Son 1500 yılda yapılan sıcaklık ölçümleri görülüyor. Termometre ile yapılan ölçümlerin hatası çok küçük ama dolaylı yollardan bulunan eski tarihlere ait sıcaklık değerlerinin hatası da büyük.















Bu küresel ısınma böyle devam ederse Dünya'mıza neler olur sorusunu sorduğumuzda bir felaket senaryosu ortaya çıkıyor. Bakın bilim insanları neler olacağını şöyle sıralıyor.

1) Kutuplardaki buzulların ve karların erken erimesi kuraklığa neden olacak ve çok ciddi su sıkıntısı çekilecek.

2) Deniz su seviyesinin yükselmesi bir çok kıtada kıyılarda ciddi seller meydana getirecek.

3) Deniz yüzey sıcaklığının artması kasırga ve hortumların tetikleyicisi olacak ve yer yüzünde birçok noktada bu doğa olayı ile savaşmak zorunda kalacağız.

4) Ormanlar, çiftlikler ve kentler yeni belalar ile tanışacak, sinek kaynaklı hastalıkların sayısı artacak.

5) İklimler değiştiği için ilkbahar erken geliyor, kışın sıcaklıklar artıyor, hayvanların göç dönemlerine etki edecek.

6) İşte bu iklim değişiklikler ve yaşamın bozulması birçok bitki ve hayvan türünün yok olmasına neden olacak. Daha bir çok senaryo var, hatta 2050 yıllarında yaşamak olanaksız olacak diyen dahi var.

Grafiğin y-eksenindeki 0 değeri o dalgaboyunda ışığın soğurulmadığını, 1 değeri ise tamamen soğulduğunu gösteriyor. Kırmızıöte ışınımı soğuran temel gazlar su buharı ve karbon dioksit. Oksijen ve ozon ise Güneş'den gelen kısa dalgaboylu (örn. morötesi) ışınımları soğurur. En alt sekmede ise atmosferde soğurulan bu ışınların toplamı görülmekte.




























Peki bu gazları kim üretiyor diye sorduğumuzda en fazla yer altından çıkarılan petrol, kömür gibi fosil yakıtların yanması sonucu bol miktarda karbon dioksit salınmaktadır. Bunlara örnek olarak da kömür, petrol kullanan enerji santralleri ve otomobilleri hemen sayabiliriz. Ormanların yanması da atmosferi çok etkileyen olgulardan biridir. İşte son günlerde sık duyduğumuz rüzgar gibi yenilenebilir kaynaklardan enerji elde edilmesi, elektrik ile çalışan otomobillerin piyasaya çıkışı dünyamızı olası ölçüde küresel ısınmadan korumak içindir.


İklimbilimciler küresel ısınma için gelecekte ne olacağına dair senaryolar üretmektedirler. Bunların en kötü olanları A, en hafif olanı ise C harfi ile sembılize edilmektedir. Grafikte 2050 yılında başımıza ne geleceği gösterilmektedir.


























Küresel ısınma sorunu ile bir çok devletler yakından ilgilenmektedir. Atmosfere salınan gazları azaltmak için bir çok önlemler almaya çalışmaktalar. İklim değişikliği ile ilgili uluslararası iki düzenleme var. Birincisi “İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”, diğeri ise “Kyoto Protokolü”. İlk sözleşmede 190 ülke ve Avrupa Birliği taraf. Ülkemiz bu sözleşmeyi uzun müzakereler sonucu 2004'de taraf oldu. İkinci sözleşmede ise 167 ülke ve AB taraf. Bu sözleşmelerde ne kadar karbon dioksit salması yapıyorsun ona bakılıyor. Türkiye kişi başına karbon dioksit üretmede 75. Bu sözleşme bir takım sayılara bağlı olarak bazı ülkelerin salınımını azaltmasını, bazılarının ise hala belirli bir hakkı olduğunu ortaya koyuyor. Doğal olarak ülkemiz her zaman olduğu gibi birinci sınıfta ve 2009 yılında bu protokölü de imzaladık. Bu imza ülkemize büyük yük getirmektedir. İnternetde bu konuda bol miktarda türkçe döküman bulabilirsiniz.

Küresel ısınmanın belirgin kanıtlarından biri :)






















Tüm bu olaylar başkan Clinton döneminde ve onun bilim danışmanı AlGore ile başladı. Bu harekete veri sağlayan da meteoroloji ve iklimbilim çalışan bilim insanlarından gelmektedir, yani olay gayet bilimseldir. Çağdaş aletler ve uydular kullanılmaktadır. Gördüğünüz gibi tüm ülkeler bu küresel ısınma denilen canavarla savaşırken gökbilimciler bu konunun ters tarafında durmaktadırlar, zaten her zaman terstirler ya. Onlara göre yeryüzünde meydana gelen, hem kısa hem de uzun dönemli iklim değişiklikleri insan eliyle değil doğal bir takım gökyüzü olayları ile ilişkilidir. Bu konuda bir çok çalışma var ve bunları sırasıyla anlatmaya çalışacağım ama “küresel ısınma” kavramını son yüzyılda daha çok sanayi devrimine yani atmosferde başta karbondioksit olmak üzere sera gazlarına bağlayan söylemleri de sakın unutmayınız.

2009 yılında biten 23. çevrim ve yine o yıl başlayan 24 çevrime ilişkin bilim insanlarının tahminlerini görüyorsunuz. Bu grafik NASA tarafından yayınlanır ve gözlenen veriler sürekli güncellenir. 24. çevrim için bekleniler en azından 5-6 kez değiştirilmiştir. Önümüzdeki yıllarda güneş etkinliği çok düşük olacak.



























Güneş bazı zamanlarda yüzeyindeki manyetik alan şiddetini ve lekelerin sayısını artırır, müthiş patlamalar olur. Bu duruma “Güneş Etkinliği” diyoruz. Etkinliğin minimum olduğu ardışık iki minimum arasındaki zaman da “Güneş Etkinlik Çevrimi” diyoruz. Çevrim dememizdeki neden tam dönemsel olmayışıdır. Bunun değeri her etkinlikte değişir ama ortalama 10.7 yıldır, çoğu zaman yuvarlar 11 yıl deriz. Etkinliği saptamak için bir çok yöntem kullanılır ve hepsi de birbiri ile uyumludur. Galileo teleskobu bulduğundan bu yana Güneş üzerindeki lekeler sayılmakta ve bunların sayısının değişimi diğer yöntemler gibi bize etkinliği çok güzel göstermektedir.

400 yıllık güneş leke gözlemlerinin sonuçları bu grafikte görülmektedir.
















1645-1715 tarihleri arasında çok az leke gözlenmiştir. Bu aralığa Maunder minimumu denir. İşte bu aralık küçük buz çağı olarak bilinir. O tarihlerde özellikle kuzey Amerika ve Avrupa çok sert kışlar yaşamıştır. Özellikle 1708-09 kışı en soğuk günlerin saptandığı kıştır ve buzullar Paris'e kadar inmiştir. Bu durum ise bize Güneş etkinliği ile iklim arasında bir ilişki olduğunu söyler. Bilim söylentilere dayanamazdı ama hemen arkasından bilimsel veriler geldi. Ağaç halkalarındaki karbon-14 (C14) ölçümleri de Maunder minimumunu kanıtladı.

C14 ölçümlerinden elde edilen ve Galileo'dan önceki yıllarda meydana gelen leke minimumları bu grafikte verilmektedir.














C14 izotopu, atmosferin üst katmanlarındaki Azot-14'ü (N14) kozmik ışınların bombalaması sonucu N14, Beta-bozulmasına uğraması sonucu oluşur ve arkeoleoglar buldukları eserlerin yaşlarını bulmak için bu izotpu çok kullanırlar. Atmosferdeki C14 bolluğundaki değişim güneş etkinliğindeki değişim ile uyumludur. Güneş etkinliğinin yüksek olduğu zamanlarda C14 üretimi düşüktür. Bunun nedeni de güneş rüzgarlarının kozmik ışınlara karşı durmasıdır. C14'deki bu değişim bir çevrim boyunca sadece ortalama bolluğun %1'i kadardır. Bu ölçümler ayrıca 1450-1540 yılları arasında Spörer, 1790-1820 yılları arasında biraz daha az önemli olan Dalton minimumlarının varlığını göstermiştir. Son 10000 yıla baktığımızda, C14'ün 7000 yıl önce bol olduğunu ve 1000 yıl öncesine kadar da azaldığını görüyoruz.

Son 150 yılda meydana gelen sıcaklık, karbon dioksit ve güneş leke sayımındaki değişimler aynı grafikte verilmiştir



























Buraya kadar yazdıklarımdan çıkan sonuç birbirine rakip iki görüşün olduğunu ileri sürüyor. Birincisi son yüzyılda meydana gelen, insanoğlunun neden olduğu ve iklimbilimciler ve meteoloji uzmanlarının savunduğu, diğeri ise binlerce yıl öncesine dayanan ve bunun sadece doğal bir gökyüzü olayı olduğunu ileri süren gökbilimcilerin kuramı. Yazı uzadığı için burada keseyim ve bir sonraki notumda gökbilimcilerin ortaya koydukları bilimsel kanıtları tek tek sizlere sunacağım. Şimdilik şunu yazabilirim ki önümüzdeki 5-10 yılda gökbilimciler KÜRESEL SOĞUMA yani küçük bir BUZUL ÇAĞI bekliyorlar.

Prof. Dr. Ethem DERMAN, Ankara Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölüm Başkanı


Devamı...>>